Büyük Söylemlerden Sıyrılma Çabası: Gezi Parkı

Date:

Büyük Söylemlerden Sıyrılma Çabası: Gezi Parkı

Giriş: İstanbul’un Liberal Uyanışı

Islığın penceremin dışından geldiğini fark etmem biraz zaman almıştı. Perdenin arasından dışarıda sadece bir şeyler olduğunu anlayabiliyor ama tam olarak ne olduğunu kestiremiyordum. Kavurucu yaz sıcağından kaçmak için kendimi içeri kapatmış, güneşlenmek yerine yazı yazmaya zorluyordum kendimi. Neler olup bittiğini anlamak için terasa koştuğumda, diğer ev arkadaşlarımın da terasta olduklarını gördüm. Hepsi parmaklıklardan sarkmış, caddeye bakıyorlardı. Aşağıda ise etrafı çevik kuvvetle çevrili yaklaşık yirmi kadar polis Taksim’e giden yokuşu tırmanıyordu. Başları öne eğik bir şekilde, caddedeki her balkon, teras ve pencereden gelen durmak bilmeyen bağırışlara ve yuhalamalara tahammül ediyorlardı. Aralarından en genci şüphesiz kendini korumasız ve savunmasız hissederek tedbirli bir şekilde yukarı çatıya doğru baktı. Hiç kimse küfürlerin yerini ne zaman taşların alabileceğini bilmiyordu. Taksim Meydanı’na doğru köşeyi dönerken üniformaları içinde rahatsız gözüken bu polislerin bıkmadan protestoculara saldırmış, doktorları dövmüş, hastanelere baskın yapmış, çocuklara, hayvanlara ve sadece seyirci kalanlara bile gaz sıkmış polislerle aynı kişiler olduklarını hayal etmek zor geliyordu.

Dış mihraklar mı yoksa ülke içi sorunlar mı?

Türk hükümeti ısrarlı ve inanılmaz bir şekilde polis şiddetinin ülkeyi istikrarsızlığa sürüklemek isteyen dış mihraklara karşı meşru bir cevap olduğunu belirtti. Hem Avrupa yanlısı hem de Alman Yeşiller Partisi gibi Türkiye yanlısı partiler, polis şiddetini insan haklarının ihlali olarak kınamakta gecikmediler ve bu durum, Türkiye’nin çok önemli bazı reformları tamamlamadan önce neden AB’nin kutsal saflarına katılamayacağının bir başka kanıtı olarak örnek gösterildi. Fakat protestolar Türk sivil toplumunun ve toplumsal hareketin tartışılmasını sağlayacağına hızla Avrupa-merkezli normatif bir tartışmaya konu oldu.

Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile karmaşık bir geçmişi var ve insan hakları konusunda yapılan baskılar uzun süredir devam eden bir mücadelenin sadece güncel bir yansıması. Türkiye 1963’te Ankara Antlaşması’nı imzalayarak Avrupa Ekonomik Topluluğu tarafından  tam üyeliğin resmen gerçekleşmesine dek ortak üye olarak tanınmıştır. Aynı antlaşmayı Türkiye’den bir yıl önce imzalamış olan Yunanistan ise 1981 yılında AB üyeliğine kabul edilmiştir. Oysa Türkiye, 1999 gibi geç bir tarihte ancak üye adayı olabildi. Bu, Türkiye’de kökü Yunan-Bizans toprak genişlemesine kadar uzanan kültürel bir paranoyayı körükledi. (Göçek, 2008). Bu tip parçalanma korkuları Türk milliyetçi söyleminde o kadar önemli bir yer kaplıyor ki, bu paranoya artık kendi başına kültürel bir fenomen haline gelerek her gelişmenin “Türk demokrasisinin varlığını” (Watts, 1999) tehdit eder şekilde yorumlanabilmesine yol açıyor. Elbette bu durum Türk hükümetinin güvenilirliğini sarsmaktadır.

Bu noktada I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nu bölüp dağıtan Sevr Antlaşması sonucu ortaya çıkan “Sevr Sendromu” dediğimiz olguyu kısaca incelemeliyiz. Sevr Sendromu ve benzeri tarihi güvensizlikler günümüzde de Türkiye’nin jeopolitiğini etkileyerek ülkenin içe dönük ve korumacı tutumunu körüklüyor. İnsan hakları kavramı her ne kadar AB’nin kendini ahlaki bir organizasyon olarak meşrulaştırmasının önemli bir normatif ekseni haline gelmiş olsa da, insan haklarını koruyor olma ilkesi bir ülkenin AB üyesi olması yolunda “kısıtlayıcı ve hatta süreci tamamen ortadan kaldırıcı” bir faktör olarak da ortaya çıkabiliyor (Waltz, 1979). Başka bir deyişle, bu ilkeyi Türkiye’nin Batı’nın normlarını hızlı bir şekilde yakalaması beklentisi olarak yorumlayabiliriz. Gerçekten de, Türk hükümeti Avrupalı temsilcilere, en azından 2008’deki krize dek, kraliyet ailesinin üyeleriymişlercesine davranıyordu. Erdoğan bu güç ilişkisinin yavaşça yön değiştirmesinde rol oynadığı halde, otoritesine meydan okuyan her tehdit için “Batılı komplocuları” suçlamaktan geri durmuyor ve Batıyı (çok da haksız olmayan bir şekilde) Türkiye’deki huzursuzlukları saplantı haline getirmekle itham ediyor.

Tabi ki, bu durumun tersi de Avrupa için geçerli. Avrupalılar şimdi Türkiye’ye (“Avrupa’nın terörü” tanımlamasının modern versiyonu) “Avrupa’nın Hasta Adamı” adını verirken, İslam’a karşı besledikleri köklü şüpheciliklerini koruyorlar. Çok-kültürlülüğün getirdiği yeni korkular ile 1683’te Osmanlıların Viyana’yı kuşatması gibi tarihi çatışmaların uzak anıları günümüzde etkilerini yabancı düşmanlığı ve dışlayıcı tavırlarda gösteriyor. (Elver, 2005). Bu söylemler Gezi Parkı protestolarını sivil toplumun bir hareketinden ziyade laik ve modern düzen için yürütülen bir mücadele olarak betimlemeye devam ediyor.

Uluslararası Medyada Gezi

Protestoların üçüncü haftasına gelindiğinde Gezi Parkı sempatizanlarının uluslararası medyanın kullandığı dili daha fazla eleştirdiğini fark ettim. Protestocuların uluslararası medyada yer bulabilmelerinin tek yolunun, mücadelelerini, laiklik ile devletin baskıcı İslami politikaları arasında bir savaş olarak dramatize etmek olduğu görülüyordu. Bu durum maalesef, uluslararası medyada Gezi protestolarının bir işgal-et hareketinden ziyade Arap Baharı’nın geç bir uzantısı olarak görülmesine neden oldu. Gezi Parkı protestoları için İşgal-et’in de Arap Baharı kadar yanlış bir adlandırma olduğu iddia edilebilir ancak açıkça görünüyor ki İşgal-et kavramı Batılı, güncel ve daha popüler bir çağrışıma sahip olması nedeniyle, protestocuların daha fazla tercih edeceği bir etiket.

Aynı zamanda, Türkiye’nin çoğunlukçu bir liderin yanlış politikalarından dolayı şiddetli sıkıntılar yaşayan, fakat işleyen bir demokrasiye sahip bir ülkeden ziyade,geri kalmış ve totaliter bir rejim olarak yansıtılmasından korkan birçok Türk’le konuştum. Genç ve meslek sahibi, liberal ve iyi eğitimli Türklerin, mesajlarını iletmenin tek yolunun kendilerini neo-con entelektüellerin İslamo-faşiszm olarak adlandırdıkları ideolojinin kurbanı olarak göstermek olduğunu fark ettikçe protestolarını daha büyük kitlelere aktarma istekleri kırılıyordu. İroniktir ki,Batı tarafından yanlış tanıtılma korkusu Erdoğan’ın Gezi Parkı’na karşı takındığı paranoyak ve reddedici tavrın altında yatan nedeni oluşturuyor.[1]

Sonuç: Gelecek Söylemleri Sorgulamak

Bu açıdan, insan hakları söylemi mutadis mutandis devletin vatandaşlarını koruması ve Rousseau’nun “Toplumsal Sözleşme”sinin sorumlu biçimde yürürlüğe konması gerekliliğinden saparak Batının normatif insancıl prensiplerine uymayan herhangi bir devletin meşruluğunun reddedilmesi için yeni bir araç haline geliyor (Rousseau, 1762). Bu da Türk hükümetinin kimliğini Osmanlı veya Kemalist değerler üzerinden değil de AB taleplerine karşı baş kaldıran gururlu bir devlet üzerinden tanımlaması anlamına geliyor. Bu açıdan, Gezi Parkı protestoları, sorunlu AB-Türkiye ilişkileri kapsamındaki tarihi ve siyasi klişe söylemlerin içinde boğulmuş durumda.

Yani, Türkiye’nin “olgun” bir devlet olarak tanınması ve AB’nin takdiri ile “ödüllendirilmesi” aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa Toplumu’nun gözünde “aydınlanmamış” olduğunu kabul etmesiyle paralel gidiyor. İşte bu da Gezi Parkı protestolarını sürdürmeyi zorlaştıran en önemli faktörlerden biri. Eğer eleştirilerini ifade edebilme yolunda sahip oldukları tek yöntem ülkelerini geri kalmış ve kötü bir yer olarak göstermekse, gençler laik bir toplum içindeki haklı yerlerini nasıl talep edebilirler ki? Nihayetinde, Gezi Parkı hareketi bu kendini-yeren söylemi aşamadığı sürece, Türkiye ile Avrupa arasındaki çekişme kültürel olarak içselleştirilmiş olan olumsuz imajlardan ve çok-kültürlülük paranoyasından ayrı tutulamaz.

Julian de Medeiros, Doktora Öğrencisi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul

Makaleyi şu şekilde referans vererek kullanabilirsiniz:

de Medeiros, Julian  (Aralık, 2013), “Büyük Söylemlerden Sıyrılma Çabası: Gezi Parkı”, Cilt II, Sayı 10, s.21-24, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye), Londra: Analiz Türkiye (http://researchturkey.org/?p=4605&lang=tr)

Kaynakça

– Elver, Hilal. (2005) ‘Reluctant Partners: Turkey and the European Union’ in: Middle East Report, Vol. 235, pp. 24-29.

– Göçek, Fatma Müge. (2008) ‘Through a Glass Darkly: Consequences of a Politicized Past in Contemporary Turkey’ in: Annals of the American Academy of Political and Social Science, Vol. 617, pp. 88-106.

– Patton, Marcie J. (2006) ‘Turkey’s Tug of War’ in: Middle East Report, Vol. 239, pp. 42-47.

– Rousseau, Jean Jacques. (1762) The Social Contract: or Principles of Political Right.

– Waltz, Kenneth. 1979. Theory of International Politics. Reading, MA: Addison-Wesley.

– Watts, Nicole F. (1999) ‘Allies and Enemies: Pro-Kurdish Parties in Turkish Politics, 1990-94’ in: International Journal of Middle East Studies, Vol. 31, pp. 631-656.


[1] 2005 yılında Orgeneral Özkök İstanbul Savaş Akademisi’nde bu korkuları açıkça gösteren bir demeç verdi. Konuşmasında kültürel çeşitliliğin gelişmesini sağlamanın sadece terörist saldırıların artmasına neden olacağını söylemişti. Özellikle de AB’nin “Türkiye’nin birlik ve bütünlük yapısını hedef alarak” (Patton, 2006) “demokratikleşme ve insan hakları bahanesiyle aslında Türkiye’de terör aktivitelerini destekliyor” olmasını eleştirmişti.

 

Julian de Medeiros
Julian de Medeiros
Julian de Medeiros | Boğaziçi University

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

spot_img

Share post:

Subscribe

Popular

More like this
Related

Türkiye’de Yükselen Finans Kapitalizminin Yorumu

Türkiye, gelişen piyasası ile en iyi pazarlardan birisi olarak...

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı Giriş Türkiye 1980’li yılların...

Uygarlıkların Sınırları: 21. Yüzyılda Türkiye ve Hindistan

Dünyanın iki çok kültürlü ulusu, Türkiye ve Hindistan, ilk...

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik Benzerlikler

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik...