Kemal Burkay ile Röportaj: Demokratik Özerlik Talebinin Altı Dolu Değil

Date:

Kemal Burkay ile Röportaj: Demokratik Özerlik Talebinin Altı Dolu Değil

Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK-PAR) Genel Başkanı, Şair ve Yazar

2. Bölüm

Kürt sorununda on yıllardır süren silahlı çatışma ortamının son bulma ihtimali bir kez daha gündemde. Röportajın ilk bölümünde, Burkay ile 1960lı yıllarda Kürt hareketinin Türkiye solu ile ayrışmasından bugüne Kürt siyasetinin tarihçesini konuşmuştuk. Röportajın ikinci bölümünde ise, Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK-PAR) Genel Başkanı, şair ve yazar Kemal Burkay Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi’ne (Analiz Türkiye) Öcalan çizgisindeki Kürt siyasetinin taleplerinin yıllar içindeki değişimini ve bu siyasi çizginin barış sürecinde aldığı pozisyonu değerlendirdi.

Röportajın Kısa Özeti:

“Yani Kürt hareketi 1960’lı 1970’li yıllarda kitlesel, barışçı biçimde gelişiyordu ve bölgeyi kontrol edecek durumdaydı. PKK çıktı, bu hareketi düşman ilan etti.”

“Asker sivillerin bir parça değişmesine bile fırsat vermedi.”

“PKK Halkın Emeği Partisi’nin kuruluşunu ihanet olarak niteliyordu.”

“Nasıl ordu bir zamanlar başka partilerin açılımlarına izin vermediyse, PKK de BDP’ye vermiyor.”

“Öcalan ve partisi PKK, daha önce ‘Bağımsız Kürdistan’ diyordu. Otonomi, federasyon taleplerini ihanet olarak suçluyordu. Çok basit görüyordu, reformcu diye eleştiriyordu.”

“Öcalan yakalandıktan sonra üniter devlet ve Kemalizmi savunmaya başladı.”

“PKK’nin kuruluşu, Öcalan yakalandıktan sonra reorganize edilişi, yani kopan ağların tamir edilmesi, devlet bakımından müthiş bir mühendislik çalışması oldu.”

“Yeni anayasada kapsayıcı vatandaşlık tanımı, yerinden yönetim, anadilde eğitim, Kürtçe’nin ikinci resmi dil olması ve federasyon talep ediyoruz.”

“CHP mutlaka olumlu adımlara destek vermeli, karşıysa da kendisi daha derli toplu önerilerle, projelerle ortaya çıkmalı bu sorununun çözümü için.”

“KCK Kürt hareketini kontrol etmek için devletin bir projesi olarak geliştirilmiş.”

Röportajın tam metni:

“PKK bir şey kazandırmadı. Ama öyle bir aşamaya geldik ki, artık devlet de fark etti ki, en azından siyasiler fark ettiler ki, bu iş böyle sırf şiddetle olmuyor.”

PKK bir şekilde derin devlet eliyle kurulsa bile daha sonra bağlarını koparmış ve Kürt hareketinin önemli bir parçası haline gelmiş olamaz mı? 1980 öncesi barışçıl siyasi mücadele ile Kürtler adına pek çok kazanımlar elde ettiğinizi anlattınız. PKK’nın da hem bölgeyi hem de Kürt hareketini terörize ettiğini söylediniz. Kurulur kurulmaz nasıl ilk sizleri ve diğer Kürt örgütleri hedef aldığından, cinayetler işlediğinden bahsettiniz. 1990’lara gelirsek, bu dönemde ortaya çıkan yasal Kürtçü partilerin de sürekli kapatılmalara rağmen giderek artan bir başarı sağladığını görüyoruz. Ve başarı, özellikle yeni kuşaklarca, çokça PKK’nın yükselişi, onun yarattığı ortam ve bu partilerin PKK ile ciddi bağları olmasına da indirgeniyor ya da en azından bununla ilişkilendiriliyor. Siz ise Kürt hareketinin askeri darbelere rağmen bile bir şekilde var olurken, en büyük zararı PKK’nın çıkışı ile gördüğünü iddia ediyorsunuz? 

Yeni kuşaklar o dönemin hikâyesini bilmiyorlar maalesef. Eksi kadrolar, TİP’te, TİSİP’te, TKP’da çalışmış olanlar biliyorlar. Biz mesela TİSİP ile paylaştık bir dönem TÖB-DER yönetimini. İkinci dönem DEV-YOL vardı, Kurtuluş vardı, TİSİP ve biz vardık, TÖB-DER yönetimini paylaştık, sendikalarda birlikte çalışıyorduk. Yani o dönemin, sol demokratik kadroları bizi biliyorlar, tanıyorlar. PKK yoktu zaten o zaman piyasada, 1978’de çıktı ortaya. Çıkar çıkmaz da terörizm diye nitelendirilebilecek silahlı yöntemlere başvurdu. Yalnız bize yönelik değil, mesela Perinçek’in (Doğu Perinçek) oradaki birçok il başkanını vurdular, Köylü İşçi Partisi’nden. Antep’te Urfa’da onun il başkanlarını vurdular. Sonradan dost oldu Perinçek onlarla, şaşırtıcı bir şey! Yani Kürt hareketi 1960’lı 1970’li yıllarda kitlesel, barışçı biçimde gelişiyordu ve bölgeyi kontrol edecek durumdaydı. PKK çıktı, bu hareketi düşman ilan etti. Arkasından darbe oldu, Kürt hareketi terörize oldu ama bir kazanım sağlamadı. Bölge alt üst oldu, 4000 köy yakılıp yıkıldı, milyonlarca insan sürüldü. 50.000 insan hayatını kaybetti, 100 milyarlarca lira bu kirli savaşta harcandı. Toplum kirlendi, mafya tipi örgütler oluştu devletin içerisinde ve dışında. Yani Türk tarafında militarizm, Kürt tarafında PKK güçlendi. Kendi içinde demokrasisi olmayan kendi dışında herhangi bir görüşe, herhangi bir örgüte tahammülü olmayan, şiddet kullanan PKK. Dolayısıyla toplum bir şiddet sarmalına girdi, şiddete esir düştü. Şimdi bu durumdan çıkmaya çalışıyoruz. Böyle olunca PKK Kürtlere şunu kazandırdı, bunu kazandırdı demek doğru değildir, PKK bir şey kazandırmadı. Ama öyle bir aşamaya geldik ki, artık devlet de fark etti ki, en azından siyasiler fark ettiler ki, bu iş böyle sırf şiddetle olmuyor. İlk defa Demirel (Süleyman Demirel) “Kürt realitesini tanıyoruz” dedi, bir adım attı, ama fazla bir şey yapamadı. Daha sonra Mesut Yılmaz, “Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” dedi, yani Kürt sorununu çözümü gereğinden… Ama o da fazla bir şey yapamadı, çünkü ordu her şeyi kontrol ediyordu. Asker sivillerin bir parça değişmesine bile fırsat vermedi. Çiller (Tansu Çiller) Bask örneğini gösterdi. O dönemde biliyorsunuz, Çiller Başbakan olarak o kirli savaşa angaje olmuştu. ”Ben bütün savaşları kazandım, bunu da kazanırım!” deyip Demir Lady’lik yaptı. Ama şunu da zaman zaman fark etti ki bu iş baskıyla çözülemez. Ama onun da hemen lafını ağzına tıktılar. Yani Çiller’i de esir aldılar, Mesut Yılmaz’ı da esir aldılar. Demirel zaten orduyla uyumlu hareket etti. O, biliyorsunuz bu konuda çok rahat manevra yapabilirdi, yaptı. 2000’li yılların başına gelinceye kadar…

“Tamam, Kürtler çok şey kaybettiler, 30 yıl kaybettiler, ama Türkiye de bundan bir şey kazanmadı, çok şey kaybetti. Karşılıklı olarak kaybettik, Türkiye demokratikleşemedi.”

Yani basit, popülist açıklamalar değildi Mesut Yılmaz’ın yaptığı öyle mi? 1990’larda askeri vesayetin her alanda ne kadar güçlü olduğunu biliyoruz. Siz ordu partileri esir almıştı, o zincirin içerisinde hiç bir şey yapma şansları yoktu mu diyorsunuz? Öbür tarafta da PKK Kürt partilerini mi esir aldı?

Kürt hareketi 1990’lı yıllarda legaliteye geçti. Halkın Emeği Partisi’nin kuruluşuyla. Onun kuruluşunda bizim de emeğimiz var. Daha o dönemde makaleler yazdım, legal kitlesel bir partiye ihtiyaç var, dedim. Daha çok sosyal demokrat, demokrat bir parti yani. Sosyalist değil. Bizim çalışmalarımız, arkadaşlarımızın yurt içindeki çalışmaları, o dönemde CHP’den Kürt sorunuyla ilgileniyorlar diye ihraç edilen milletvekilleriyle birleşti, sendikacılar da katıldı ve ‘Halkın Emek Partisi’ çıktı ortaya. Bizim arkadaşlarımız o partide oldukça etkindiler. PKK ona karşıydı, hatta ihanet diye niteliyordu. PKK’nin her zaman yaptığı şeydir, bir şeyi kontrol ediyorsa mesele yok, tamam. Eğer etmiyorsa kendisine düşman gibi görür. Başlangıçta böyleydi, sonradan PKK girdi ve kontrolü ele geçirdi. PKK’nin kitleselleştiği dönemdi. Sonra DEP kuruldu. DEP’te de PKK yandaşları da bizim taraftarlarımız da, başka gruplardan insanlar da vardı. Ama DEP de PKK’nin tepeden yönetmeci, müdahaleci yöntemleri nedeniyle rahat çalışamadı. PKK örgütü esir aldı. Sonra bizim yollarımız ayrıldı. Yani legal platformda, bizim ve PKK’nin taraftarları süreç içinde ayrıştı. Bizim taraftarlarımız başka legal partiler kurdular, PKK’nin taraftarları da kendi legal partilerini kurdular. Legal gelenek bugüne kadar geldi. Ben HAK-PAR’ı kendime yakın buluyorum mesela. 2002’de kuruldu HAK-PAR, kuruluş aşamasında da geri planda destek oldum. Şunu söyledim hep; “legal yöntemleri, demokratik yöntemleri ön plana çıkaran bir partiye ihtiyaç var”. PKK’nin yöntemlerini benimsemeyen yurtsever Kürtler burada bir araya geldi. Şiddeti dışlayan ama Kürt halkının taleplerini savunan.

Diğer Kürt partileri, örneğin BDP, Kürt taleplerini rahatça savunamıyor mu?

PKK vesayeti altındalar, rahat hareket edemiyorlar. Nasıl ordu bir zamanlar başka partilerin açılımlarına izin vermediyse, PKK de BDP’ye vermiyor. Şimdi BDP’li politikacıların lafları nasıl ağızlarına tıkılıyor görüyorsunuz. Bakınız Osman Baydemir, “Silahlı mücadelenin miadı dolmuştur” dedi, hemen adamı dışladılar, susturdular. Ahmet Türk yine öyle bir şey söyledi, lafını ağzına tıktılar, hakaret ettiler. Leyla Zana’yı susturdular. 1990’larda da Türk politikacıları öyleydi. Askeri vesayet gerileyince ister istemez sivil siyaset özgürlüğünü kazanıyor. Şimdi de sorun bu, yani PKK sonuç olarak aslında kazanım sağlamadı, çok şey kaybettirdi bize. En az 30 yılımızı kaybettik PKK yüzünden ve PKK sahneden çekilse, silahlar gömülse bile belki bir 30 yıl daha rehabilitasyon dönemi yaşayacağız. Çok büyük kayıp oldu, bunu yapan kimdi; bunu yapan statükoyu korumak isteyen militarist güçlerdi, tutucu güçlerdi. Onlar silah zoruyla, güçle bastırarak toplumsal hareketi önleyebileceklerini sandılar, ama yanıldılar. Türkiye’ye de çok zararı oldu bunun. Tamam, Kürtler çok şey kaybettiler, 30 yıl kaybettiler, ama Türkiye de bundan bir şey kazanmadı, çok şey kaybetti. Karşılıklı olarak kaybettik, Türkiye demokratikleşemedi.

“Silahların susması, PKK’nin silahları gömmesi en başta BDP’nin çok rahat siyaset yapmasına yarayacak. Kürt hareketi, Kürt siyaseti normalleşecek.”

Ama BDP bugün Doğu’yu büyük oranda tek renge boyadık, çok ciddi oy aldık diye övünüyor. Pek çok ili PKK’ya sempatiyle bakan ve Kürtçü diyebileceğimiz bir partinin alması önemli değil mi?

Çok sayıda belediye başkanlığını kazanmış olmak, tek başına yetiyor mu? Geçmişte de o illerin belediye başkanları yine Kürt’tüler, o bölgeden insanlardı. Yani ha AK Partili olmuş ha BDP’li olmuş, ne değişir. Önemli olan o seçilen insanların Kürt sorununda etkili olmalarıdır. Yani Kürt sorunun çözümünde neler olduğu, ne derece dilimizi kullanabiliyoruz? Kürtler ne ölçüde yönetime katılıyorlar, ana dilde eğitim sağlanmış mı?

Yine de BDP oldukça kitleselleşmiş bir parti, siz hiç ona katılmak, birleşmek ya da onun içinde bir mücadele yürütmeyi düşünmediniz mi? PKK’yla arasına mesafe koyamaması aşılamaz bir sorun mu? 

BDP de HAK-PAR gibi yasal bir parti, ama PKK’yle arasına mesafe koyamadı. Zaten söylüyorlar, “tabanımız bir” diyorlar. Bu yüzden PKK’ye açıkça şiddeti durdur diyemiyorlar, dedikleri zaman da sindiriliyorlar. Bunu biz geçmişte de gördük, şiddet uygulayan bir örgütle bir yere varamazsınız. Onun için de ben diyorum ki BDP de kitlesel parti, bir hayli gücü var. Bizim, yani HAK-PAR’ın şu anda böyle bir gücümüz yok. Yüze yakın belediye, 30 küsur milletvekili, 2 milyon küsur oy desteği, kitlesel destek, bunlar son derece önemli. Ama PKK ile arasına mesafe koyamıyor BDP, o nedenle bu gücü ciddi bir kazanıma dönüştüremiyor. Sürekli PKK’den etkileniyor ve özgürce siyaset yapamıyor. Silahların susması, PKK’nin silahları gömmesi en başta BDP’nin çok rahat siyaset yapmasına yarayacak. Kürt hareketi, Kürt siyaseti normalleşecek.

Kürt siyasetinin belki bir kaç partisi bile olabilir diyorsunuz?

Tabi olabilir, bunların arasında iyi ilişkiler, ittifaklar olabilir, seçim ittifakları olabilir. Ama silahlar susmalı, şiddet sona ermeli. Bir askeri vesayet olmamalı Kürt siyasetinin üzerinde.

“Demokratik özerklik nedir? Diyorlar ki sınırlar gerekmez, toprak talebimiz yok, sınırlar gerekmez. Türkçe yine resmi dil olsun filan. Ama dünyanın hiç bir yerinde öyle bir şey yoktur.”

HAK-PAR’ı biraz açmanızı istiyorum. HAK-PAR’ın farkı tam olarak nedir BDP’den?

BDP’den farklarımızdan biri program meselesi. BDP ve ondan önce var olup da kapatılan parti, bir kere programlarını oluştururken yeterince özgür hareket edemediler. Mesela Öcalan İmralı’dan direktif veriyor, ona göre isim değiştiriyorlar, ona göre program değiştiriyorlar, bu olmaz. HAK-PAR için bu söz konusu değil. İkincisi HAK-PAR şiddete karşı. Açıkça söylüyor: Silahlar sussun. PKK silahları tümden bıraksın, bunu söylüyoruz, onlar söyleyemiyorlar. Bu çok önemli bir fark. Üçüncüsü biz federasyonu savunuyoruz, Kürtler için eşitlik temelli bir federasyonu. Onlar daha önce bir şey savunmuyorlardı, sonradan ‘demokratik özerklik’ diye bir şey getirdiler gündeme. Demokratik özerklik nedir? Diyorlar ki sınırlar gerekmez, toprak talebimiz yok, sınırlar gerekmez. Türkçe yine resmi dil olsun filan. Ama dünyanın hiç bir yerinde öyle bir şey yoktur.

Yani federasyondan daha geri bir özerklik aslında BDP’nin savunduğu, öyle mi?

Evet, hem federasyon değil hem de otonomi bile değil. Özerklik kelimesi otonomi kelimesinin Türkçe karşılığıdır. Özerkliğin bölgesel olanı var, kültürel olanı var. Genel olarak otonomi dendiği zaman, bölgesel özerkliktir. Belli bir bölgede farklı özellikleri olan halka otonom bir yönetim hakkı tanırsınız. Öyle olunca bölgenin sınırları olur, sembolü, bayrağı, meclisi olur. Eğer farklı bir dil kullanıyorsa, dili olur. Şimdi Kürtler, Türkiye coğrafyasının nerdeyse üçte birinde çoğunluğu oluşturuyorlar. Kendilerine özgü bir dilleri var, bir tarihleri var, kültürleri var. Dolayısıyla Kürt sorununu çözerken ya federatif bir yapı oluşturacaksınız ya da otonom bir yapı. Ama otonom dediğiniz bölgesel bir özerklik olur. Dolayısıyla bunlar içi boş taleplerdir. Zaten Öcalan ve partisi PKK, daha önce ‘Bağımsız Kürdistan’ diyordu. Otonomi, federasyon taleplerini ihanet olarak suçluyordu. Çok basit görüyordu, reformcu diye eleştiriyordu. “Kürtlerin ayrı bir devleti, bağımsız bir devleti olmalı” diyordu. Ama Öcalan yakalandıktan sonra bütün taleplerini bıraktı. Ne bağımsızlık ne federasyon ne de özerklik, bunlar ilkel, modası geçmiş taleplerdir, biz “demokratik cumhuriyet” istiyoruz dedi, PKK de bunu kabul etti. PKK hatta adını değiştirdi, KADEK adını aldı, KONGRA-GEL oldu. Sonra dünya görüşünü değiştirdi, daha önce sosyalistti, Marksist idi, onları bıraktı ve 2004’e kadar böyle devam etti. “Demokratik özerklik” de en son ortaya çıktı.

PKK, Marxist-Leninist duruşunu da bıraktı yani?

Ümit Bey, Marx’ı Lenin’i bırakın, Kemalizmi savunmaya başladılar. Sonra da bu içi boş “demokratik özerklik” çıktı ortaya, niye acaba? Demokratik özerklik ne? Siyasi terminolojide böyle bir kavram yok. Bu tam bir kavram kargaşası ve bilerek yapılıyor. Bu sırf Kürtleri oyalamaya yönelik bir yalancı mama. Legal parti BDP de hemen Öcalan’ın bu incilerine sarılıyor.

 

“BDP ile aramızdaki fark budur; biz ne istediğimizi biliyoruz, onlar bilmiyorlar.”

Neden bunu ortaya attılar sizce? BDP’nin ve Öcalan’ın belki isteklerini şimdi açıkça söyleyemediklerini ve daha sonra ilerleyen aşamalarda dile getireceklerini düşünmüyor musunuz hiç? Yoksa size göre siyaset böyle yapılmaz mı? Demokratik özerklik diyorlar mesela, içi boş bir kavram olduğunu söylediniz, şu aşamada bunu söylerler ama onu aldıktan sonra diğerini isterler sonra diğerini gibi… Bunu başka lider ve parti tecrübelerinde de yaşamadık mı?

Hayır, trajikomik bir durumda görüyorum PKK ve BDP’nin durumunu. Öcalan tutuklandıktan sonra her şeyi bıraktı, teslim oldu, bakış açısını 180 derece dönüştürdü. BDP de hiç İmralı’nın talepleri ve kontrolü dışında olamadı. Öcalan ne diyorsa onu yaptı. Öcalan ise yakalandıktan sonra devlet ne isterse onu yaptı, o zaman Genelkurmay hâkim durumda idi. Öcalan onlara “ne istiyorsanız onu yaparım” dedi.

Sizce Öcalan ve dolayısıyla PKK, Öcalan’ın yakalanmasından sonra tamamen devletin kontrolüne mi geçti? PKK’nın yeniden silahlı eylemlere başlamasını devletin de içinde olduğu yeni bir kirli oyunun parçası gibi mi görüyorsunuz?

Öcalan mahkeme sürecinde aynen şunları söyledi. “Pişmanım, yanlış yaptım, bana fırsat verin yanlışlarımı düzelteyim. Artık ne federasyon, ne bağımsızlık, ne otonomi istiyorum, bunların modası geçmiştir”, üniter devlet ve Kemalizmi savunmaya başladı. Örgütü önce bir tereddüt etti, sonra Öcalan’a tabi oldu. Çünkü böyle bir örgüt, PKK, tek şefe göre organize olmuş, yalnız onu kabul ediyor. Onu put haline getirmiş… PKK kendi putunun arkasından gitti. Bir örgüt özgür olsa, gerçekten örgüt olsa buna karşı çıkar. “Tamam, Öcalan öyle diyebilir, ama biz bunu kabul etmeyiz, bizim taleplerimiz var” derdi. Bunu yapmadı PKK. Şeyhinin ardından giden tarikat gibi… Farklı düşünenler, itiraz edenler derhal tasfiye edildi ve bu derin devletin kontrolü altında oldu. Öcalan İmralı’da kontrol altında. Öcalan vasıtasıyla PKK’yi kontrol ettiler ve onu dağıtmadılar. Öcalan “silahı tümden bıraktık” dedi, “yolu açın dağdakiler gelsin teslim olsun” dedi, yani “silahları bıraksınlar” dedi; ama yanaşmadı devlet buna. Dağıtmaya gerek yok, PKK’yi kullanırız dediler. Bu yüzden PKK silahları, adını her şeyi bıraktığı halde, 2004’e kadar tek kurşun sıkmadığı halde bitmedi. Sonra ne yaptılar 2004’te, tekrar kullanmaya başladılar, hadi biraz savaş yapın dediler. Öcalan avukatını gönderdi Kandil’e, “Savaşacağız” dedi ve savaşa başladılar. Şimdi de bu göstermelik “demokratik özerklik” masalını piyasaya sürdüler, sırf kitleleri oyalamak için ortaya atılan bir yalancı mama… İçi boş bir şey, kitleleri oyalamaktan başka bir amacı yoktur. BDP ile aramızdaki fark budur; biz ne istediğimizi biliyoruz, onlar bilmiyorlar.

“Askeri vesayet geriletildi. Darbeci generallerin bir kısmı şimdi yargılanıyor, İmralı’daki asker kontrolü zayıfladı. Hükümetin eli güçlendi. Şimdi hükümet Öcalan vasıtasıyla silahları bıraktırmaya çalışıyor PKK’ye. Eğer bırakırsa, herkesin isteği o, barış ve çözüm için kapı açılacaktır.”

Bitti denilen PKK’nın aslında 2004’ten itibaren yeniden sarsıcı eylemler, saldırılarla dönüşünü Irak Savaşı’nın getirdiği konjonktür, Türkiye’ye kızan ABD’nin desteği, ciddi silah ve lojistik destek sağlaması ile ilişkilendiren görüşler de var. Bunların da etkili olduğunu düşünmüyor musunuz?

Hayır. Bence bu baştan sona müthiş bir mühendislik çalışması oldu. PKK’nin kuruluşu, Öcalan yakalandıktan sonra reorganize edilişi, yani kopan ağların tamir edilmesi, devlet bakımından müthiş bir mühendislik çalışması oldu. Böylece Kürt hareketini kontrol altında tutmak ve PKK’yi kullanmak. Aynı oyun yine sahnede. Herhangi bir muhalefetin çıkmasına meydan vermemek istediler. Nitekim vermediler de. Hikmet Fidan mesela bir ara ayrı parti kurmak istedi, onu vurdular Diyarbakır’da. Bir kısım itiraz etti Kandil’de bu 2004’teki savaşın yeniden başlamasına, onlar tasfiye edildi. Nizamettin Taş, Osman Öcalan (Abdullah Öcalan’ın kardeşi) karşıydılar savaşa, bu nedenle dağı bırakıp gittiler. Ama işler yine devletin istediği şekliyle devam etti, PKK 2004’ten itibaren yeniden savaş pozisyonuna sokuldu, çatışmalarla ortamı gerip, ortamı yangın yerine çevirip darbe yapmak için. Ama cuntalar başarılı olamadılar, 2002’den beri devreye giren cuntalar başarılı olamadılar. Balyoz davası, Ergenekon davasında yargılanıyorlar, bunlar önemli gerçekler.

Silahlı eylemlerin artmasında derin devletin, yani günümüzde dillendirilen haliyle Ergenekon’un etkisi vardı diyorsunuz?

Evet. Ergenekon, PKK içerisindeki eli vasıtasıyla olaylara yön verdi. O zaman Öcalan İmralı’da askerin kontrolü altındaydı, kendi avukatını gönderip “savaşı başlatın” dedi, bu kadar açık. Öcalan Ergenekoncu, Balyozcu kesimin denetiminde idi. Böylece PKK’yı harekete geçirdiler, ortalığı karıştırmak için. Kenan Evren’in 12 Eylül öncesinde yaptığı şey… Bu çok daha açıkça yapıldı. Ama bu kez başaramadılar, iyi ki de başaramadılar. Şimdi PKK için de, Öcalan için de durum daha farklı. Askeri vesayet geriletildi. Darbeci generallerin bir kısmı şimdi yargılanıyor, İmralı’daki asker kontrolü zayıfladı. Hükümetin eli güçlendi. Şimdi hükümet Öcalan vasıtasıyla silahları bıraktırmaya çalışıyor PKK’ye. Eğer bırakırsa, herkesin isteği o, barış ve çözüm için kapı açılacaktır.

Peki Ergenekon sürecinde gerçekten derin devlet tasfiye ediliyor mu? Yoksa sadece cuntaların kendi arasındaki bir mücadele mi?

Cuntacı kesim tabi yakayı ele verdi, rezil oldu. Az bir şey değil bu, son derece önemli ama bu derin devletin tasfiye edildiği anlamına gelmez. Tabi kolay da değil, operasyon yapma yeteneğini büyük ölçüde kaybetti ama tümden tasfiye olduğunu sanmıyorum. Bence hala bir dizi hesap vermemiş, uyuyan hücreler, fırsat kollayan kesimler vardır ve bunlar fırsat bulurlarsa yeniden provokasyon yapabilirler.

“Kürt sorunu çok geniş boyutlu bir sorun. Türkiye sınırları içerisinde yaşayan ve belli bir coğrafyada çoğunluğu oluşturan, 20 Milyondan fazla insanı ilgilendiriyor. Böyle bir sorun Dünya’nın başka yerlerinde nasıl çözülmüşse öyle çözülmeli. Çok daha kapsamlı bir projeyle çok daha köklü ve cesur adımlarla. O da eşitlik temelinde adil bir çözümdür.”

HAK-PAR’ı biraz daha açalım dilerseniz. HAK-PAR’a göre Kürtlerin talepleri ne olmalı? Kürtler tam ne istiyorlar, mesela yeni bir Anayasa yapılacak, burada Kürtlerin talepleri nedir? HAK-PAR olarak neler düşünüyorsunuz?

Biz eşitlik temelinde bir çözüm istiyoruz. O da federasyondur, biz Kürtçe’nin ikinci resmi dil olmasını istiyoruz Türkiye’de, Irak’ta olduğu gibi. Irak’ta Kürtçe Arapça’nın yanı sıra resmi dildir. Biz de böyle olmasını istiyoruz. Yeni Anayasa anadilde eğitimi benimsenmeli. Mevcut Anayasa yasaklıyor bunu. İkincisi yeni bir kimlik tarifi yapılmalı. Şu anki kimlik tarifi herkesi Türk sayıyor, tek etnik gruba indirgiyor, böyle bir kimlik tarifi olmamalı. Türkiye çok renkli bir toplum, farklı halklar yaşıyor. Herkesi Türk yapmaya çalışmak, herkese Türk demek 90 yıllık yanlış politikadır. Sorun da zaten bunun ürünüdür. Yeni bir kimlik tarifi ki yeni Anayasa’da Kürtler de kendilerini bulabilsinler, bu bizim de anayasamız diyebilsinler. Üçüncüsü yerinden yönetim olmalı. Üniter devlet Türkiye’nin ihtiyacına cevap vermez. Türkiye toplumu çok renkli. Ademi-merkeziyetçilik yeni anayasada yer almalı, uygulamada bu otonomi olabilir, eyalet sistemi olabilir, federasyon olabilir. Bence yeni anayasa eğer gerçekten demokratik bir anayasa olacaksa ve Kürt sorununa ve diğer sorunlara çözüm getirecekse bu tür ilkeler mutlaka yer almalı. Bunun dışında tabi daha demokratik bir anayasa yapmalı, Avrupa standartlarında, bunu istiyoruz.

Diğer demokratik haklar da geliştirilsin diyorsunuz. Ak Parti hükümetinin iktidara gelişini nasıl karşıladınız? Atılan adımlar oldu. Sonrasında “Kürt Açılımı” da başlatıldı, gerçi hemen ismi değiştirildi başlatıldıktan sonra. O süreci nasıl görüyorsunuz? İlk başlangıçta, sonrasında? Sonra bir yanlış mı oldu, yöntemde mi bir hata oldu sizce?

Açılımı olumlu bulduk, destekledik, ama devam etmedi. Olumlu şeyler oldu. Mesela en başta Kürt sorunu rahat tartışılır bir hale geldi. Hala da tartışılıyor, gazetelerde, televizyonlarda. Bunun yanı sıra, TRT-Şeş diye bir Kürtçe kanal açıldı, olumlu tabi. Hatta anadilde 2 saatlik ders kondu okullara. Bazı üniversitelerde Kürt dili bölümleri açıldı. Bunları olumlu bulduk ve destekledik hep. Ama bu bir yere kadar geldi durdu, devam etmedi. Kürt sorunu çok geniş boyutlu bir sorun. Türkiye sınırları içerisinde yaşayan ve belli bir coğrafyada çoğunluğu oluşturan, 20 milyondan fazla insanı ilgilendiriyor. Böyle bir sorun Dünya’nın başka yerlerinde nasıl çözülmüşse öyle çözülmeli. Çok daha kapsamlı bir projeyle çok daha köklü ve cesur adımlarla. O da eşitlik temelinde adil bir çözümdür.

“Silah bırakanların durumu ne olacak açıkça belirlenmeli, siyasetin yolu açılmalı.”

Son görüşmeleri nasıl buluyorsunuz? Önce Oslo görüşmeleri ile başlayan şimdi İmralı’da devam eden süreci nasıl görüyorsunuz? Önemsiyor musunuz?

Tabi önemsiyorum. Silah bıraktırmak için, ikna etmek için görüşülmesi doğaldır. Oslo görüşmeleri başarısız kalınca hükümet bu sefer Öcalan vasıtasıyla sonuç almaya çalışıyor. Ama BDP’yle de görüşülebilir, PKK’yle de diyalog olabilir. Zaten Başbakan da söyledi bunlar olabilir diye, ben bunu doğal buluyorum. Eğer bu görüşmeler sonucunda PKK silah bırakırsa memnun olurum, bana göre öncelikle silahlar karşılıklı susturulmalı, bu olmadan diyalog ortamını geliştirmek zordur.

PKK silah bırakabilir mi? Gerçekçi olmak lazım, Karayılan (Murat Karayılan) söylüyor, silahları bıraktığımız zaman her şeyi kaybedebiliriz, bu iş böyle mi yapılır, yöntemi bu mudur?

Silah bırakılabilir, güven verici adımlarla birlikte. Silah bırakanların durumu ne olacak açıkça belirlenmeli, siyasetin yolu açılmalı. Siyasi af da gündeme gelebilir ileride.

Sizce Ak Parti bu güveni veriyor mu?

Şu aşamada, henüz ortada derli toplu bir proje yok.

Son bir ayda önce idamı getireceğiz, sonra BDP’lilerin dokunulmazlıklarını kaldıracağız sözleri Başbakanın, sonra da İmralı görüşmeleri. Toplum da şaşırıyor, nereye gidiyor ne oluyor diye?

İnişli çıkışlı bir süreçtir, buna bakıp tümden iyimser veya kötümser olmak doğru değil bence. Hükümet eğer sonuç almak istiyorsa kararlı olmalı, daha cesur olmalı, engeller karşısında hemen geri adım atmamalı. Çünkü geçmişteki pratiğine baktığımızda pek de kararlı olmadığını görüyoruz.

“CHP şimdiye kadar olumlu bir muhalefet yürütemedi. Atılan her adıma karşı çıkmayı muhalefet saydı, TRT-Şeş’e bile karşı çıktılar, anadilde savunma hakkına bile karşı çıkıyorlar. Bu şekilde sorunun çözümüne katkıda bulunamaz CHP, engelleyici olur.”

Sizce diğer partilerin desteği şart mı yoksa Ak Parti tek başına yürümeli mi burada?

Elbette bu sadece AK Parti’nin meselesi değil, özellikle ana muhalefet partisi CHP’nin tutumu son derece önemli. CHP şimdiye kadar olumlu bir muhalefet yürütemedi. Atılan her adıma karşı çıkmayı muhalefet saydı, TRT-Şeş’e bile karşı çıktılar, anadilde savunma hakkına bile karşı çıkıyorlar. Bu şekilde sorunun çözümüne katkıda bulunamaz CHP, engelleyici olur. MHP’yi olumsuz bir vaka olarak görüyorum. MHP, Kürt sorununun varlığını dahi kabul etmiyor. Tabi sorunun varlığını kabul etmezseniz çözüm de öneremezsiniz. Ama CHP biraz daha ikircikli bir tutum içerisinde, ana muhalefet partisi olarak tutumu çok önemli. Mutlaka olumlu adımlara destek vermeli, karşıysa da kendisi daha derli toplu önerilerle, projelerle ortaya çıkmalı bu sorununun çözümü için. Bunun yanı sıra BDP AK Parti düşmanlığı üzerine politika yürütmemeli. Bir taraf olmaya çalışmalı. Bir partner olmaya çalışmalı. O da atılan olumlu adımlara destek vermeli ve yetersiz buluyorsa kendisi çözüm getirecek önerilerle ortaya çıkmalı. Bizim politikamız HAK-PAR olarak, öyledir. Biz önyargılı değiliz, başından beri olumlu adımlara destek verdik, statükonun engellemelerine karşı biz hükümete destek verdik, ama aynı zamanda da hükümetin sorunu çözmesi için kapsamlı projelerle ortaya çıkması gerektiğini söylüyoruz.

Ak Parti’den bir davet gelirse siz de katkıda bulunun diye, siz katkı vermek istiyorsunuz?

Biz parti olarak tabi ki çözümde bir tarafız. Şimdi silahların bırakılmasında, muhatap PKK’dir,  çünkü silahları onlar kullanıyor. Ama Kürt sorununun çözümü tek başına o değildir, PKK tek başına Kürtleri temsil edemez, Öcalan da tek başına Kürtlerin temsilcisi değildir. Sorun Kürt sorununun çözümüne geldiği zaman biz de muhatabız. Her şeyden önce bir halk var, bu halkın talepleri var ve hükümet bu talepleri karşılamalı, eşitlik temelinde adil bir çözüm için ne gerekiyorsa onu yapmalı.

Geçmişten çok örnek verdiniz, en son Fransa’daki üç cinayeti (üç PKK’lı kadının öldürülmesi) nasıl yorumluyorsunuz?

Bence bu süreci sabote etmeye yönelik bir hareket. Tam olarak iç yüzü açıklığa kavuşmadı, bu nedenle kesin bir şey söyleyemeyiz; ama görünen o ki, tam da bu sürecin başladığı bir sırada bunun yaşanmış olması, sanki bu süreci engellemek için yapılmış bir eylem gibi görünüyor.

“Orta Doğu değişiyor, Türkiye’nin de 90 yıllık inkâr ve asimilasyon politikasını değiştirmesi gerekiyor. Bu görüşler şimdi çok yaygın bir biçimde tartışılıyor, medyada. Bu ister istemez siyaseti de etkileyecektir.”

AK Parti’nin dış politikasındaki değişimler, Kürdistan devletinin kurulmasına artık Türkiye’nin sıcak baktığı iddiası, Türkiye’nin kırmızı çizgilerini değiştirdiği iddiaları, AK Parti’nin nerdeyse Irak ve Suriye’deki Kürtlerle işbirliği yapıyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok önemli değişiklikler oldu, son 15-20 yıl içerisinde. Irak’ta örneğin bir Federe Kürdistan oluşumu var artık. Parlamentosuyla, hükümetiyle, resmi diliyle. Türkiye bu gerçeği ister istemez kabul etmek zorunda. Şimdi Suriye’de de bir değişim söz konusu, büyük ihtimalle Esad rejimi çöktükten sonra Suriye yeniden yapılanacak. Bu Irak benzeri bir yapılanma olabilir, örneğin kuzeydeki Kürtler kendi bölgelerinde özerk bir yönetim kurabilirler. Bu değişim dalgası devam edecektir, İran’ı da etkileyecektir, İran’ın da geniş bir Kürt bölgesi var, Doğu Kürdistan diye nitelendirilen. Ermenistan sınırından, Elan bölgesine kadar. Orada da 8-10 milyon Kürt nüfus yaşıyor. Orada da aynı şey ortaya çıkabilir. Orta Doğu değişiyor, Türkiye’nin de 90 yıllık inkâr ve asimilasyon politikasını değiştirmesi gerekiyor. Bu görüşler şimdi çok yaygın bir biçimde tartışılıyor, medyada. Bu ister istemez siyaseti de etkileyecektir.

KCK’yı, şehirlerde var olduğu iddia edilen KCK yapılanmasını nasıl görüyorsunuz?

Gereksiz ve yanlış bir örgütlenme olarak gördüm, Öcalan yakalanıp İmralı’ya konduktan sonra ortaya çıkan bir örgüt. Bence devletin eli var bu işte, zaten biliyorsunuz, içinde 1000 dolayında MİT ajanının varlığından söz edildi, bu çok şaşırtıcı bir şey, inanılmaz bir şey. 50 olsa ne fark eder, belli ki Kürt hareketini kontrol etmek için devletin bir projesi olarak geliştirilmiş bu. Şimdi böyle bir örgütlenmeyi devletle birlikte kotarmak hem de bunların binlercesini tutuklamak, akıl almaz bir şey, skandal gibi. Bakın legal örgütse BDP var, Mecliste ve yasal, ayrıca belediyeleri var, illegal örgütse PKK var. Peki, bu örgüt nedir? Üstelik silahlı örgütün başındaki adama, Karayılan’a bağlı. KCK yanlış bir örgütlenme, kimler yaptıysa bunu, iyi niyetle yapılmış bir şey değil. Bence şimdi yapılması gereken şey soruna bir çözüm bulmaktır.  Artık bu nasıl bulunacak ayrı bir konu, binlerce insanı bırakmak yani. Ama KCK gibi bir örgüte de ihtiyaç yok.

“Türkiye bir değişim geçiriyor, inanıyorum ki inişli çıkışlı da olsa, acılı da olsa biz bu eşiği de aşacağız. Hem Kürt halkı özgürleşecek hem de Türkiye demokratikleşecek, birlikte barışçıl bir şekilde yaşayacağız.”

Son olarak siyasi mücadeleye bir ömür verdiniz. Edebiyata yeterince zaman ayıramamanız sizi üzüyor mu?

Elbette siyasete bu kadar zaman ayırınca öyle oluyor. Buna rağmen 10 kadar şiir kitabı yayınladım. Bazıları Kürtçe, çoğu Türkçe. Bunun yanı sıra çocuk kitapları yazdım, hikayeler-denemeler yazdım. Değişik isimlerle de kitaplarım çıktı, 5-6 farklı isimle yazdım. Mesela Ferhad Can adıyla, Cemali adıyla, Cemil Baran adıyla yazdım. Bir çocuk kitabım Baran adıyla yazıldı, bir tanesi Cemali adıyla yazıldı. Bunun yanı sıra denemelerim Ferhad Can adıyla çıktı. Tarih üzerine yazdım, dil üzerine yazdım. 60’a yakın kitabım var. 43 tanesi kitap, diğerleri broşür boyutunda.

Çok önemli konulara değindiniz bugün. Mücadeleyi, terörü, savaşı, yıkımları, yıkılan yakılan umutları, umutsuzlukları konuştuk. Türkiye çok zor dönemler yaşadı 1970’lerde, 1980’lerde. 1980’lerin yarattığı darbe ve yıkım ortamının ardından sizin “Hadi Gülümse” şiirinizle herkes bir moral bulmuştu, Sezen Aksu’nun bir şarkısı olarak büyük ilgi görmüştü. 1990 ve 2000’lere baktığımız zaman şimdi siz yine “Hadi Gülümse” diyor musunuz, her şeye rağmen yine gülümsemeli miyiz?

Her şeye rağmen iyimserim tabi, umudumu hiç yitirmedim. Siyasete pek gönüllü girmedim ama 50 yıldır bu işi sürdürüyorum; inançlarım, umutlarım olmasa bu kadar uzun sürdüremezdim. Türkiye bir değişim geçiriyor, inanıyorum ki inişli çıkışlı da olsa, acılı da olsa biz bu eşiği de aşacağız. Hem Kürt halkı özgürleşecek hem de Türkiye demokratikleşecek, birlikte barışçıl bir şekilde yaşayacağız.

Sayın Burkay, çok teşekkür ederiz. Açık yüreklilikle görüşlerinizi dile getirdiniz. Farklı kesimleri kızdıracak açıklamalar da yaptınız. Umarım demokrasiyi içselleştirip birbirimizi daha çok dinlemeyi, katılmadığımız fikirlere de tahammül etmeyi, her kızdığımızda şiddete yönelip karşımızdakine saldırmayı ilk çözüm görmeyi bırakabiliriz.

Ben teşekkür ederim. Çok başarılar diliyorum size, arkadaşlarınıza, araştırma merkezinize. Dileklerinize gönülden katılıyorum, herkes için barış, sevgi ve daha yaşanılır bir dünya diliyorum.

© 2013 Analiz Türkiye. Tüm hakları saklıdır. Bu röportaj referans verilmeden basılamaz, çoğaltılamaz veya kopya edilemez.

Röportajı şu şekilde referans vererek kullanabilirsiniz:

Analiz Türkiye (Mayıs, 2013), “Kemal Burkay ile Röportaj (2. Bölüm): Demokratik Özerklik Talebinin Altı Dolu Değil”, Cilt II, Sayı 3, s.6-18, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye), Londra: Analiz Türkiye (http://researchturkey.org/?p=3118&lang=tr)

 

ResearchTurkey
ResearchTurkey
AnalizTürkiye

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

spot_img

Share post:

Subscribe

Popular

More like this
Related

Türkiye’de Yükselen Finans Kapitalizminin Yorumu

Türkiye, gelişen piyasası ile en iyi pazarlardan birisi olarak...

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı Giriş Türkiye 1980’li yılların...

Uygarlıkların Sınırları: 21. Yüzyılda Türkiye ve Hindistan

Dünyanın iki çok kültürlü ulusu, Türkiye ve Hindistan, ilk...

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik Benzerlikler

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik...