İki Hedef Arasında: Türkiye’nin Demokratikleşmesi ve AB Üyeliği

Date:

İki Hedef Arasında: Türkiye’nin Demokratikleşmesi ve AB Üyeliği

On yıl önce AKP’nin (Adalet ve Kalkınma Partisi) iktidara gelişi birçok kesimde “yeni” Türkiye’nin doğuşu konusundaki ümitleri yükselmişti.[1] AKP islami temellere dayanan bir partiyken ve laik kesim tarafından güvenilmezken, parti liderleri, AKP evrensel özgürlük değerlerini içeren “muhafazakar demokrasi”yi temsil ettiği gerekçesiyle övünüyorlardı.[2] 2000’li yılların başında AKP diğer siyasi partilere kıyasla tartışmasız Avrupa Birliği’ni en çok destekleyen partiydi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin Avrupa Birliği kriterlerine ulaşana kadar reformlara devam edeceğini ve Avrupa Birliği’nin değerlerinin “Ankara’nın değerleri” olacağını savunuyordu. [3]

Son on yılda bir çok şey oldu; fakat 2013 yılıyla ilgili yazı yazmak, Türkiye demokrasisi ve ülkenin Avrupa Birliği üyeliği hakkında iyimser olmaktan daha zor. Bu ülkenin önemli adımlar atmadığı anlamına gelmez. İlerlemeler kaydedildi ve ülke bazı noktalarda AKP’nin ve Avrupa Birliği yükümlülüklerinin yükselişinden önce; 1900’lerde hayal edilenin de ötesine geçti. Buna rağmen, liberal demokrasiyi sağlamlaştırma çabaları ve her zamanki gibi zor olan Avrupa Birliğine katılmak gibi yeni zorluklar ve problemler ortaya çıktı. Bu kısa yazı, Türkiye’nin demokrasi ve Avrupa Birliği “hedefleri” konularında ilerleme kaydetmiş olsa da, demokratik özgürlükler ve Avrupalaşma destekçilerinin hedeflerine kıyasla ilerlemenin mütevazi kaldığını gösteriyor. Bir başka deyişle; Türkiye’nin AB üyeliği, şimdi ve geçmişte (2002) olduğu gibi uzun soluklu ve belirsiz bir süreç. Özellkle son bir kaç yılda, Türkiye demokrasi konusunda geri adımlar attı.

AKP’nin Sağladığı Olumlu Gelişmeler

AKP yönetmindeki gelişmelerin tümüne olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşmak haksızlık olur. İhsan Dağı’ya göre AKP, demokrasi ve insan hakları üslubunu bir “söylem kalkanı” olarak benimsedi. Toplumdaki farklı kesimlerle iş birliği yaparak kendisinin demokratik meşruiyetini ve halk desteğini sağladı.[4] Bu sadece sözde kalmadı. Özellikle ilk döneminde (2002-2007) AKP, önceki hükümet döneminde başlatılmış olan anayasa ile ilgili yenilemeleri; ifade ve toplanma özgürlüğü, azınlık (örneğin, Kürt) hakları ve ordu imtiyazını içeren AB uyumluluk paketleri gibi düzenlemelerin sürecini hızlandırdı. Türk sivil toplumu daha hareketli hale geldi. AKP hükümeti ciddi bir muhalefetle yüzleşti; fakat Anayasa Mahkemesi İslami bir kökene sahip olması gerekçesiyle partiyi kapatmayı reddedince,  parti –ve Türkiye’nin kendisi- 2008’deki önemli krizden kaçınmış oldu. Anayasal düzenlemelerin yanı sıra Ergenekon ve Balyoz davaları “derin devlet”in gücünü zayıflattı ve herhangi bir darbe olasılığını ortadan kaldırdı. 2007 ve 2011’de AKP, her dönem oylarını daha da arttırarak ve demokratik kimliğini güçlendirerek tekrar seçildi. 2011’de tekrar seçildikten sonra parti hedefleri arasında; “ileri demokrasi”yi gerçekleştirmeye söz veren, tümüyle yeni bir anayasayı benimsemek yer alıyordu.

2000’lerin başlangıcı Türkiye-AB ilişkileri açısından “altın çağ” oldu. AB koşullu bir çalışmayla nihai üyelik ihtimalini öne sürerek, ülke içi siyasi düzenlemeleri teşvik etmeyi amaçlıyordu. Kendi cephesinde AKP, üyelik müzakerelerini başlatmak için düzenlemeler gerçekleştiriyordu. Ziya Öniş’e göre, daha önce “tam üyeliğin önünde engel teşkil eden ertelenen reformlar ve yavaş ilerlemeden oluşan bir kısır döngüye” şahit olunmuştu; fakat AB baskısı, geniş kapsamlı düzenlemelerle ülkeyi “erdemli bir süreç”e teşvik etti. Yine Öniş’e göre, bunlar “AB teşvik ve baskısı olmadan düşünülemeyecek” düzenlemelerdi.[5] AB genişlemeden sorumlu bakanı Guenter Verheugen, AKP hükümetini “Türkiye meclisinden geçirilen düzenlemeleri ülkenin AB üyeliği için hazırlanma konusundaki kararlılığını ortaya koyduğu” söyleyerek övmüştür.[6] 2005 yılına kadar Türkiye, üyelik müzakerelerini başlatma konusunda önemli adımlar atmıştı. Ihsan Dağı AKP’nin, “Türkiye’de demokrasinin sağlamlaştırılması ve ülkenin AB’ye katılımı konularında tarihi bir rol oynadığı” görüşünü savunmuştu.[7]

Düzenlemelerdeki İvme Kaybı

2005 yılı, Türkiye-AB ilişkileri ve ülke içi siyasi düzenlemeler açısından zirve olarak tanımlanabilir. Bu zamandan itibaren her iki cephede de süreç yetersiz kaldı.[8] Kıbrıs’ın bölünmesiyle ilgili yetersiz çözümler ve bununla birlikte Almanya ve Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliğine karşı tutumları, en hareketli noktasında ilişkilerin askıya alınmasıyla sonuçlandı. Bir çok Avrupa ülkesindeki kamuoyu, Türkiye’nin AB üyeliğine karşıydı ve AB’nin iç sorunları genişlemeye karşı olan heyecanı azaltıyordu. Türkiye’de, Avrupa’nın ülkeye karşı olan tavrının haksızlık olduğu ve AB’nin sadece “Hristiyan klübü” olarak kalmak istediği algısı oluştu ve bu Türkiye’nin AB üyeliği konusunda halk desteğini kaybetmesine neden oldu. Aynı zamanda ülkenin gelişen ekonomisi ve Orta Doğu’daki amaçları AB’yi, Türkiye’nin dış politikasında merkezden uzak bir yere taşıdı. 2011 seçimlerinde, AB konusu daha az bir önem taşıyordu. 2012’de, AB ve Türkiye arasında “olumlu gündem” yaratma çabaları, Türkler tarafından onur kırıcı olarak görülen AB vize uygulaması nedeniyle sekteye uğruyordu. Kimsenin Türkiye’nin üyeliğinin “fişini çekmek“ istemediği gerçeğinin yanı sıra bu durum, iyimser bir oluşum için yeterli olarak yorumlanamazdı.[9] Her iki taraf da karşılıklı olarak birbirlerinden bir adım beklediler. İlişkilere şeklini verecek olan olumlu enerji, on yıl önce kayboldu. 2013 Eylül’ünde bu durum, Avrupa Birliği’ndeki muhalefet nedeniyle Türkiye’nin hiçbir zaman AB üyesi olmayacağını belirten Avrupa Birliğinden Sorumlu Devlet Bakanı Egemen Bağış’ın sözleriyle de pekiştirildi. [10]

Aynı zamanda buna paralel olarak Türkiye içerisinde reform zorlamalarının ivmesi azaldı ve bazı noktalarda ülkenin geriye doğru gittiği gözlemlendi. Muhalif kesimi susturmak için üzerinde sıklıkla durulan terör karşıtı yasa düzenlemeleri, ana sorunlardan bir tanesi haline gelmişti. Bu durum, iyi bilindiği gibi gazetecilerin, akademisyenlerin ve özellikle de Kürt aktivistlerin tutuklanmasıyla sonuçlandı. Sınır Tanımayan Gazeteciler Basın Özgürlüğü 2013 Göstergelerine göre, araştırmadaki 179 ülke arasında Türkiye 154. sırada,  Rusya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Irak ve Zimbabve’den sonra yer alıyor. Bu 2005’te Türkiye’nin 167 ülke arasından 98. sırada yer almasından bu yana, ciddi bir değişimin göstergesi.[11] Askeri darbecilere karşı olduğu iddiasıyla Ergenekon duruşmaları, delillerin kuşkulu kullanımı ve davaların her biçimdeki mevcut muhalefeti sindirmek için yapıldığı izlenimi nedeniyle bazı kesimler tarafından “gösteri duruşmaları“ olarak tanımlandı ve davalarla birlikte ülke yönetim şekli eleştirildi. Kısaca, bütün bu oluşumlar “AKP’nin demokrasiyi genişletme amacını taşıdığı inancına gölge” düşürmüştür.[12] Freedom House’un 2013 raporuna göre, öncelikli olarak ifade özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü ile ilgili konulardaki ilgisizlik nedeniyle Türkiye‘nin, sivil özgürlükler konusundaki puanı geriledi ve sonuç olarak 2003’deki ile aynı seviyeye düştü.[13] Toplumsal ve siyasal özgürlükler konusunda önemli bir yere sahip olan kadın hakları konusundaki sorunlar aynı kaldı. Örneğin, Dünya Ekonomik Forumu tarafından oluşturulan 2012 Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde Türkiye 135 ülke arasından, Cezayir, Ürdün ve Kamerun’un ardından  124. sırada yer aldı ve ülkenin ham puanı 2005’ten bu yana çok az bir ilerleme gösterdi.[14] Son olarak, siyasi partilerin yönetimi, azınlık dillerinin desteklenmesi, sendika hakları, işkence iddiaları, yolsuzluk, eşcinsellere karşı ayrımcılık, internet sitelerinin yasaklanması ve sayısız bir çok diğer problem nedeniyle, AB’nin kendi ilerleme raporu, Türkiye ile ilgili giderek daha da eleştirel bir tutum benimsedi. Fırat Cengiz ve Lars Hoffmann AB İlerleme Raporları doğrultusunda 2000’li yılları kodladı ve 2001-2004 arasında AB’nin Türkiye’nin “bazı” hatta “iyi” gelişmeler gösterdiğini kabul etmesine rağmen, 2005 yılından bu yana, AB’nin raporlarda demokratik reformları “sınırlı gelişme”ler olarak adlandırmasının norm haline geldiğini gösterdiler. AB’nin 2011 genişleme strateji raporu, son on yıldaki “tatmin edici” tüm ilerlemelerine karşın, AB ve Türkiye’nin “taze ve olumlu bir gündem ile” erdemli yeni bir döngüyü başlamaya ihtiyacı olduğunu gözlemledi.[15]

Türkiye hükümeti kendi cephesinde, dışardan gelen eleştirilere karşı giderek daha kapalı hale geliyordu. Örneğin, “Avrupa değerleri”ne ulaşmayı daha önce tamamen taahüt etmiş olan  Başbakan Erdoğan, tutuklu bir gazeteciyi konu alan Avrupa Birliği raporunu; “Onların işi raporu hazırlamaktır ve bizimki de kendi yolumuzda gitmektir.” diyerek yanıtlamıştır.[16] Bütün bu raporlar ve kaygılar, elbette ki Gezi Parkı protestolarından önceki zamanı ilgilendiriyor. Bu protestolar bir yandan kendinden daha emin bir Türk sivil toplumunun ortaya çıkışına işaret ediyordu, bir yandan da Vladimir Putin’in uslubuna yakın bir şekilde, olayları yabancı basının ve Yahudi diasporasının suçu olarak niteleyen devlet yetkilileri tarafından sert müdahalelerle bastırıldılar. Yeni anayasa projesi, Türkiye siyasi partilerine olan derin güvensizlik nedeniyle şu an için engellenmiş gibi görünüyor.

AKP Yıllarının Değerlendirilmesi 

Bu tartışmalarda da görüldüğü gibi, AKP yönetimi altındaki Türkiye hakkında kesin bir yargılamada bulunulamaz. Gözle görülür bir gelişme kaydedildi. Durumun hala “bir adım ileri, bir adım geri” şeklinde olmasından ötürü yapılan reformaların güvenilirliği tehlikeye düştü. Sonucu şekillendirmedeki problemlerin bir kısmı da, yeterli derecede “demokratik”leşmenin ya da AB üyeliği için uygun bir seviyeye erişmenin kriterlerinin ne olduğunun kesin olmaması ve benim fikrime göre yıllar içersinde bu kriterlerin değişikliğe uğramış olmasıdır.

Örneğin, demokrasi sorusunu ele alalım. Türkiye özgür ve adaletli bir seçim sistemine sahip. Seçmenler bir çok parti üzerinden oy kullanıyor. Hükümet, seçim sonuçlarına dayanarak, halkın isteğini yansıtıyor. Aktif bir basın ve elektronik medya mevcut. Din için büyük çaplı bir toplumsal alan var. Sivil toplum, AKP iktidara gelmeden önceki durumuna göre farklı sorunlarla daha fazla ilgili. Kürt kimliği artık tanındı. Meclis önemli bir Kürt varlığına sahip ve 2011 seçimlerinden bu yana AKP, uzun süren kanlı Kürt sorununa siyasi çözüm üretme konusunda, önceki hükümetlere nazaran daha kararlı görünüyor. Yargı, şimdi seçilmişlere daha fazla hesap vermek durumunda. Türk demokrasisi karşısında tarihi tehditlerden bir tanesi olan ordu etkisiz hale getirildi. Seçim demokrasisi artık güvendeydi.

Bununla birlikte, Türkiye’deki birçok kişiye ve ülke dışındaki gözlemcilere göre, seçim demokrasisi yeterli değildi. Avrupa normları ve 2000’lerde yaratılan beklentilere göre Türkiye, bireysel haklara öncelik veren ve devletin gücünü azaltan özgürlükçü bir demokrasi doğrultusunda ilerlemeliydi. Türkiye demokrasisi özgürlükçü olarak tanımlanamaz. Gazeteciler ya da aktivistler şayet tutuklanmazlarsa bile hükümeti eleştirdikleri zaman işlerini riske atmış oluyorlar. Hükümeti eleştiren gazeteler, vergi polislerinin özel hedefi haline gelebiliyor. Otosansür gün geçtikçe daha yaygın hale geliyor. Eylemler baskı gücüyle durduruluyor. Polis, yargılama sürecinde önemli rol oynamaya başladı. Siyasi atmosfer ileri derecede kutuplaştı ve hükümet, meclisteki çoğunluğuyla daha etkili bir hale büründü. Parlementoda çoğunluğu elinde tutan hükümet, siyasi rakipleri ya da sivil toplumdaki gündem yaratan muhaliflerle etkileşime girme konusunda, daha ilgisiz bir hale geldi.

Türkiye’de AKP’nin siyasi İslam niyetini taşımasından ötürü bir çok kişinin korku içinde olmasına rağmen, ileri sürüldüğü gibi problemin AKP’nin siyasi İslamı benimsemiş olmasından kaynaklandığını düşünmüyorum. Sorun daha ziyade, Meksika’daki PRI ya da Rusya’daki “Birlik” gibi hegemonik siyasi bir gücün muhalefeti yasal olmayan bir konuma getirmesinden kaynaklanıyor. Buna rağmen, AKP popülaritesini korumaktadır ve kendisiyle ilgili görüşler, demokrasinin ve Türk milliyetçiliğinin tek ve gerçek kaynağı olduğu yönündedir.[17] Bu partinin ayrıcalıklı politikalarını tanımlamak için yeterlidir. Bu güne kadar, -kendi itibarı için- AKP, Kürt sorunu konusunda daha esnek göründü;[18]  fakat, Ziya Öniş’in de belirttiği gibi, AKP’nin “Yeni Türkiye”si laik kesime ya da Aleviler gibi dini azınlıklara, kendi kimliklerini dışa vurmaları ve gündemlerini geliştirmeleri konusunda çok daha az esnek olan bir tutum sergiledi. Öniş’e göre, ne “eski, Kemalist” Türkiye ne de AKP yönetimi altındaki Türkiye, “çeşitliliğe saygıyı içeren samimi bir siyasi çoğulculuğun ve Türkiye toplumunun birbiriyle benzeşmeyen yapı taşlarını aynı çatı altında birleştirebilen hakiki bir oluşumun örneğini” oluşturmaktadır.[19]

Bu durum -ve ifade özgürlüğü ve birliği ile ilgili kaygılar- Uluslararası Af Örgütü’nün, hükümetin barışçıl toplanma hakkını acımasız bir şekilde görmezden geldiğini belirttiği Gezi protestolarında da bir çok kez ortaya konuldu.[20] Hükümet, beş kişinin ölümüne ve binlercesinin de yaralanmasına neden olan polis vahşeti nedeniyle şiddetli bir şekilde suçlanıyordu. Binlerce kişi göz altına alındı. Polis, göstericilerin yaralanmalarınının tedavi edilebilmesi için geçici kurulan revirlere saldırdı. Hükümet, gösterilerle ilgili kendisini eleştiren yayın yapan televizyon kanallarına vergi cezaları uyguladı ve olayları konu alan gazeteciler ya kovuldu ya da istifa etmeye zorlandı. Olaylar karşısında birçok hükümet yetkilisinin tavrı göstericileri “holigan” olarak nitelemek ve sosyal medyada gözdağı vermek şeklinde oldu. Bu olaylar, Erdoğan’ın benimsemeyi amaçladığı özgürlükçü değerlere örnek oluşturmayan bir hareketti.

Yine de bu, hükümetin durumuna uygun düşebilir. Bunun kesin net etkisi, bir çok yönden AKP’nin, kendisinden önceki karşıtlarının da yaptığı gibi aynı devletçilik ve milliyetçiliği benimsemesidir. Artık dışarıdaki parti olmayı bırakmış,  “tüm sosyal ve siyasal alanı işgal eden” ve “kendi siyasi gücünü ve meşruluğunu ebedileştiren” bir konuma gelmişti.[21] AKP devlet mekanizmasını kontrol altına aldığından bu yana, muhalefeti yıldırmak için isteklilik ve beceri sergiledi. Bunun yanında, gelişen bir ekonomiye (ve sonuç olarak patronaj için daha fazla kaynak sağlanabildi) liderlik etti. Partinin devam eden sistemi göz önüne alındığında, sandıkta onunla yarışabilecek başka bir gücü hayal etmek zor gibi gözüküyor.

Başka bir noktadan bakacak olursak, Erdoğan’ın Gezi’de sert müdehalelerde bulunurken çoğunluk adına konuşmuş olduğu iddiasının doğru olduğunu var sayalım; fakat bu yine de çoğunlukçu bir tutumdur ve benim fikrime göre çok dar ve tehlikeli bir demokrasi anlayışıdır. Hükümet, her istediğini yapabilecek ve karşı görüşlerin meşruluğunu ortadan kaldıracak bir nitelikte olmamalıdır. Bu, ancak çoğu zaman partinin varoluş biçimidir (modus vivendi). Erdoğan’ın kazanacağına kesin gözüyle baktığı başkanlık makamını güçlendirmek adına anayasayı değiştirmek için bariz bir şekilde verdiği uğraş ve bunun yanında Anayasa Komisyonunun yetkilerini halkın sesi olma ve tetkik konularına sınırlandırılması kaygı endişe verici konulardan bazılarıdır. Bir değerlendirmeye göre, bu durumun direk sonucu olarak, hakiki bir anayasal sürece sahip olma konusunda Türkiye sorunlar yaşamaktadır ve “olası bir görüş birliğine erişme ve ülkenin uzun vadeli sorunları üzerinde anlamlı bir müzakereye varmak oldukça gerçek dışı görünüyor.”[22] Yeni anayasa taslağıyla ilgili büyük pazarlık süreci durdurulmuş olsa dahi,  AKP’nin son iki üç yılda gerçekleştirdiği hareketlere bakıldığında, ortaya çıkacak bu belge özellikle de idari makamı merkeze taşıyacaksa, siyasi özgürleşmeye olan ihtiyaç daha da artacaktır.

AB’de, Türkiye’nin üyeliği konusundaki istek doğrultusunda her zaman kaygılar vardı[23] ve daimi üyelik için gösterilen hedefler kesin değildi ya da değişkendi. Örneğin, Türkiye AB’ye katılmak için ne yapmalıydı, katılan diğer yeni ülkelere uygulanan kriterler mi uygulanmalıydı, “kalıcı teminat hükümleri” Türkleri ikinici sınıf statüsünde mi bırakacaktı, ya da Türkiye’ye tam üyelik yerine “özel birliktelik” mi önerilecekti? Beken Saatçioğlu’nun da değindiği gibi, AB üyelik müzakerelerini başlatsa bile, bazı birlik üyelerinin Türkiye’nin üyeliğinin maliyeti ve Avrupa kimliğiyle ilgili şüpheleri olduğu aşikardı.[24] Bu bağlamda, üyelik müzakerelerinin de sinyalini verdiği gibi, Türkiye, süreci başlatmak için yeterli koşullara sahipti; fakat, merkez ve doğu Avrupa’da olduğunun aksine, Türkiye’ye, bütün kriterleri yerine getirse dahi kesin üyeliğinin öngörülmediği, AB’nin kendisinin de vurguladığı gibi, ucu açık bir süreç sunuluyordu. Avrupa Birliği Genişleme Raporu her sene Türkiye’nin “yapılacaklar” listesine daha fazla ekleme yapıyor. Benim fikrime göre, AB kamu hizmetleri düzenlemeri, düşük gelirliler için devlet yardımı, çocuk bakımı ve mali denetleme gibi “ikinci dereceden siyasi” konulara dikkat çekerek Türkiye siyasetini ve toplumunu denetlemeye çalışma isteğini ortaya koyuyor. En azından iki nokta kesin; ilki, AB’ye katılmanın kolay olmayacağı, ikincisi, 2000 yılından beri gerçekleştirilen sayısız reformlara karşın, zamansal olarak ve yasama ile anayasa haraketleri açısından Türkiye’nin ne kadar yol kat etmesi gerektiğinin kesin olmadığıdır. AB’nin Türkiye’yi gerçekleştirmekle sorumlu tuttuğu görevler listesine (AB’nin kendi iç sorunlarına da) değindikten sonra, 2013’te Türkiye’nin AB üyeliğine 2005’ten daha yakın olduğu söylenebilir.

Kesin olansa, Türkiye AB’nin üzerine çok fazla düşmedikçe AB’nin de Türkiye üzerindeki etkisinin giderek  azaldığıdır. Örneğin; Türkiye, 2012’nin ikinci yarısında Kıbrısın AB dönem başkanlığı yaptığı sırada AB ile olan ilişkilerini dondurmuştu ve 2013 yılında Erdoğan, Türkiye’nin Rusya, Çin ve Orta Asya’daki demokratik olmayan ülkelerle birlikte Şangay İşbirliği Örgütü’ne katılma fikrini ortaya atmıştı. Avrupa’nın standartlarının ve değişik bir çok alandaki politikaların uygulaması olarak ortaya çıkan “Avrupalaşma”, “Neyi ne zaman istersek o zaman yaparız” şeklinde algılanmıştır.[25] Gezi eylemlerinde hükümetin aldığı sıkı önlemler, Türkiye’yi şiddet uygulayan ve dengesiz bir ülke olarak göstermiş aynı zamanda hükümetin özgürlükçü demokrasiyi uygulamadaki taahütü konusunda şüpheler uyandırarak Avrupa nezdinde bir olumsuz etkiye neden olmuştur. Türkiye hükümeti bir şekilde bu hasarı telafi edip konuyu iç siyasi reformlarına getirse dahi, bu konu üyelik müzakerelerinde karşısına önemli bir sorun olarak çıkacaktır.

2013’ün dipnotu: Demokratikleşme Paketi Yeni Umudun Neden Olduğu Bir Durum mu? 

2013 yılının sonunda AKP, uzun zamandır beklenen demokratikleşme paketinin 2000’lerin sonundan beri beklenen siyasi reformlar açısından belki de en önemli gelişme olabileceğini duyurdu. Belge, seçim sistemi, özel okullarda orta öğretimde Kürtçe öğrenme hakkı, köylere ve bölgelere Kürtçe isimlerin geri verilmesi, kamusal çalışma alanında başörtüsü kullanımına önemli kolaylıklar tanınması, şahsi bilgilerin korunması, okullarda Türklük Andının kaldırılması  kaldırılması ve toplanma özgürlüğünün arttırılması gibi bir çok konuda yasa teklifinde bulunuyordu. Buna rağmen, adımlar Alevi sorunlarına, Kürtçe eğitim sisteminin devlet okullarında kurulmasına ya da terör karşıtı yasalara bir göndermede bulunmuyordu, aynı zamanda terör karşıtı yasa yüzünden gözaltında tutulanları serbest bırakmak adına bir vaatte bulunmuyordu. Bunun sonucu olarak, birçokları paket nedeniyle hayal kırıklığına uğramış ve özellikle de siyasi muhalifler hükümetin samimiyetine karşı olan şüphelerini dile getirmişlerdir.[26]

Hiçbir şey yapılmamasındansa tamamlanmamış olsa dahi bu adımların atılması iyi bir başlangıçtır. Buna ek olarak, hükümet, Alevi sorununu kapsayan bir paket teklifinin gelmekte olduğu vaadinde bulundu. AKP’nin meclisteki çoğunluğu göz önünde bulundurulduğunda, paket hızlı bir şekilde geçirilecek gibi gözüküyor. Bununla birlikte, Kürtçe eğitim ile ilgili de önemli bir dönemeç alındı. Diğer bir deyişle, söz konusu meselelerle ilgili, on yıl önce bu noktada olmasının dahi beklenmediği Türkiye’nin, mevcut konumundan  geri adım atacak olması düşünülemez. Bu nedenle, Gezi’yle ilgili hatıraların hala taze olmasının yanı sıra, 2013 yılı hakkında yazarken belki Türkiye’deki reformlarla ilgili ihtiyatlı bir şekilde iyimser olunabilir.

Bu, Türkiye-AB ilişkileri açısından tekrar bir hareketlenme olabilir mi? Demokratikleşme paketi Brüksel’den olumlu tepkiler almış ve AB’nin Türkiye ile bölgesel politikayla ilgili müzakereleri başlatmasının olumlu sinyalleri belirmiştir. Büyük ölçüde Gezi ile ilgili Erdoğan’dan beklenen ilk adımın heyecanın yanı sıra, konuyla ilgili Türkiye’de ve Avrupa’da bir sessizlik mevcut ve daha da önemlisi, geçmişten bu yana Türkiye’deki siyasi reformlar ve ülkenin AB üyeliği arasındaki ilişki daima bozuk bir yapıya sahip olmuştur. Üyelik müzakereleri üzerindeki buzları çözmek amaçlı bu süreç, örneğin, Kıbrıs meselesine Türkiye’nin siyasi liberalleşmesinden daha fazla önem veriyor. Türkler için vizenin kaldırılması, Türk göçmen ve sığınmacı politikasına dayalı daha ziyade teknik bir mesele. Başka bir deyişle, AB Türkiye’ye cesaret verici sözler söyleyebilir fakat bunun somut bir sonuç meydana getirmesi şüpheli gözükmektedir.

Dr. Paul J. Kubicek, Oakland Universitesi Uluslararası Çalışmalar Bölüm Başkanı, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye) Danışma Kurulu Üyesi. 

Makaleyi şu şekilde referans vererek kullanabilirsiniz:

Kubicek, Paul J.  (November, 2013), “İki Hedef Arasında: Türkiye’nin Demokratikleşmesi ve AB Üyeliği”, Cilt II, Sayı 9, s.1-8, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye), Londra: Analiz Türkiye (http://researchturkey.org/?p=4375&lang=tr)

Kaynakça

[1] Örneğin, M. Hakan Yavuz, ed. The Emergence of a New Turkey: Democracy and the AK Parti (Salt Lake City: University of Utah Press, 2006).

[2] Örneğin, Recep Tayyip Erdoğan, “Conservative Democracy and the Globalization of Freedom,”  Yavuz, 2006: 333-340.

[3] R. T. Erdoğan, ‘Why the EU Needs Turkey’, Speech at Oxford University, 28 May 2004, available at  http://www.sant.ox.ac.uk/esc/docs/Erdogan1.pdf, accessed 8 January 2013.

[4] Ihsan Dağı, “The Justice and Development Party: Identity, Politics, and Human Rights Discourse in the Search for Security and Legitimacy,” Yavuz, 2006: 89.

[5] Ziya Öniş, “Turkey-EU Relations: Beyond the Current Stalemate,”  Insight Turkey10(4), 2008: 39.

[6] The Turkey Update. ‘Reforming for Europe’. 4 August 2003, http://csis.org/files/media/csis/pubs/tu030804.pdf

[7]   Dağı, in: M. Hakan Yavuz, ed. The Emergence of a New Turkey: Democracy and the AK Parti (Salt Lake City: University of Utah Press), 2006: 104.

[8]  Bu dönemin bir analizi için: Paul Kubicek, “Political Conditionality and the EU’s Cultivation of Democracy in Turkey,” Democratization, 18:4, August 2011: 910-931.

[9] Daha iyimser bir yaklaşım için: Joost Lagendijk, “Turkey and the European Union: 2014 and Beyond,” Insight Turkey 15(2), Spring 2013: 48-49.

[11] Reporters Without Borders,  “Press Freedom Index 2013,” available at http://en.rsf.org/press-freedom-index-2013,1054.html, accessed 7 September 2013.

[12] A. Çınar, ‘The Justice and Development Party: Turkey’s Experience with Islam, Democracy, Liberalism, and Secularism’, International Review of Middle East Studies43(3), 2011: 540.

[13] Freedom in the World 2013 Country Report, at www.freedomhouse.org/report/freedom-world/2013/Turkey

[14] Global Gender Gap Index 2012, available at http://www.weforum.org/reports/global-gender-gap-report-2012

[15] European Commission, “Enlargement Strategy and Main Challenges, 2011-2012,” COM (2011) 666 final, 12 October 2011: 18-19.

[16] Sabah, “Erdoğan Criticizes EP Report on Press Freedom”, 11 March 2011, available at http://tinyurl.com/afvll3e, accessed 8 January 2013.

[17] Menderes Çınar,  “The Electoral Success of the AKP: Cause for Hope and Despair,”  Insight Turkey 13(4) 2011:  107-127.

[18]  AKP’nin öncelikli olarak Kürt milletvekillerinin  anayasa projesine desteğini kazanmak için böyle davrandığı düşünülebilir. Gerçekten de, 2011 seçimlerinden önce AKP’nin gözle görülür bir “Kürt” gündemi yoktu.

[19] Ziya Őniş, “Sharing Power: Turkey’s Democratization Challenge in the Age of AKP Hegemony,” Insight Turkey 15(2), 2013: 108.

[21] Ihsan Dağı, “Emergence of the ‘new AK Party’,” Today’s Zaman, 22 July 2012.

[22] Firat Cengiz, “Epilogue: The future of democratic reform in Turkey: Constitutional ‘moment’ or constitutional process?”, in Cengiz and Lars Hoffmann, eds. Turkey and the European Union: Facing New Challenges and Opportunities (London: Routledge, 2014), p. 218.

[23] Bu konu, 2001 yılında The Economist’in Brüksel’in olası bir Türkiye üyeliğiyle ilgili görüşlerine dair şu karikatüründe özetlenmiştir:  “Good grief, do we have to?” The Economist, ‘The Door Creaks Open,’ 17 November 2001: 47.

[24] Beken Saatcioğlu, “The EU’s ‘Rhetorical Entrapment’ in Enlargement Reconsidered: Why Hasn’t It Worked For Turkey?” Insight Turkey 14(3) 2012: 159-176.

[25] Amanda Paul, “Turkey’s EU Journey: What Next?” Insight Turkey 14(3) 2012: 30.

Dr. Paul J. Kubicek
Dr. Paul J. Kubicek
Director of Center for International Studies at Oakland University | Oakland Universitesi Uluslararası Çalışmalar Bölüm Başkanı

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

spot_img

Share post:

Subscribe

Popular

More like this
Related

Türkiye’de Yükselen Finans Kapitalizminin Yorumu

Türkiye, gelişen piyasası ile en iyi pazarlardan birisi olarak...

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı

Türkiye-AB Arasında Dış Ticaretin Teknolojik Yapısı Giriş Türkiye 1980’li yılların...

Uygarlıkların Sınırları: 21. Yüzyılda Türkiye ve Hindistan

Dünyanın iki çok kültürlü ulusu, Türkiye ve Hindistan, ilk...

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik Benzerlikler

Meksika ve Türkiye: Güçlü Kuzey Komşularıyla Jeopolitik Durumlarındaki Beklenmedik...